YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILA GİRERKEN

MİLLÎ KİMLİK OLUŞTURMADA DİLİN ÖNEMİ

Prof. Dr. Ahmet B. ERCİLASUN

Dili çok defa insanlar arasında anlaşmayı sağlayan bir vasıta olarak tarif ederiz. Son zamanlarda “anlaşma” yerine “iletişim kurma” diyoruz. Bu tanım, dilin sosyal ve kültürel boyutunu ihmal eden çok eksik bir tanımdır. Dili âdeta bir cep telefonu gibi düşünen eksik bir tanım. Bilgisayarların gelişmesiyle ortaya çıkan makine dilleri düşünülecek olursa bu tanım belki yeterli sayılabilir; ancak insan dilleri için bu tanımı yeterli saymak mümkün değildir.

ÇEPNİ KİMDİR ?

Anadolu nun Türkleşmesindeki Önemi

cepni_damgasi cepni_tamgas_2 cepni_damgas_3

TÜRKLER

Türk kelimesi, yazılı tarih kaynaklarında ilk kez Çin kaynaklarında; 丁零 (Pinyin: dīng líng), 丁霊 (dīng líng), 敕勒 (chì lè), 鉄勒 (tiě lè) Milattan sonra 552'de kurulan Göktürk Kağanlığı bağlamında 突厥 tū kué sözcüğü kullanılmıştır.

Kâşgarlı’ya Göre Türk Yazısı

Türk topluluklarının dili ile ilgili böylesine ayrıntılı ve Türk dili tarihi araştırmaları açısından son derece önemli bilgiler sunan Kâşgarlı Mahmud, Türklerin Arap kaynaklı yazıdan önce kullandığı ve Türklük bilgisinde Uygur alfabesi diye tanınan yazıyı Divanü Lugati’t-Türk’te özel bir bölümde tanıtmıştır. Türkçe kaynaklarda bu konudaki en eski bilgileri içeren ve iki ayrı tabloda Uygur alfabesini veren Kâşgarlı Mahmud’un bu alfabeyi heca-i el-Türkiyye ‘Türk alfabesi’ diye adlandırması dikkate değerdir. Ancak XVIII. yüzyıldan sonra bu alfabe bilim çevrelerinde Uygur alfabesi olarak tanınmıştır.

 Kâşgarlı Mahmud, eserinin beşinci sayfasında Türk Sözlerini Kuran Harfler Üzerine başlığıyla şu bilgileri vermektedir:

 Bütün Türk lehçelerinde kullanılan harfler on sekiz harften ibarettir. Bunlar Türk yazısını meydana getirirler, Türk yazısı bu harflerle yazılır.

 Bu harfler Arapçadaki hece düzeninde ا ب ت ث harflerine karşılık gelmektedir. Yazılışta yeri olmayan, fakat söylenişte gerekli bulunan, temel harfler arasında bulunmayan yedi harf daha vardır. Türk lehçeleri bunlar olmadan olmaz.

 Bu yazının nasıl yazılması gerektiğini de belirttikten sonra kullanıldığı alanları Eskiden beri Kâşgar’dan yukarı Çin’e dek, çepeçevre bütün Türk ülkelerinde hakanların ve sultanların yarlık (ferman) ve mektupları bu yazı ile yazılagelmiştir diye kaydeden Kâşgarlı Mahmud on birinci yüzyıl Türk dünyasında geniş ölçüde bu yazının kullanıldığını haber vermektedir.

Divanü Lugati’t-Türk’ün Yapısı

 

Bir dil bilgisi, bir sözlük, bir ansiklopedi niteliğinde yapılandırılan Divanü Lugati’t-Türk, iki ana bölümden oluşmaktadır.

Kitap, elimizdeki biricik nüshanın 1266’da yazılışının ardından yaklaşık yüz kırk yıl sonra ön sayfasına yazılan bir açıklama ile başlamaktadır. Bu yazı, Divanü Lugati’t-Türk’e ait bir bölüm olmamakla birlikte eserin değerini ortaya koyan bir tartışmadan söz etmesi bakımından ilgi çekicidir.

İlk sayfanın üstünde El-Muhammed bin Ahmed Hatib Darreyya imzasının ve Kahire 803 bilgisinin okunabildiği bu imzanın hemen altına iri harflerle Kitabu Divanü Lugati’t-Türk başlığı ve ikinci satırında da Telif Mahmud bin el-Hüseyn bin Muhammed el-Kâşgarî rahmetu’l-lah ibaresi yazılmıştır.

Burada bulunan, Hatipzade’nin yazısı eserin değerli olup olmadığı sorusuna verdiği yanıtla sona erer. Hatipzade’nin şu sözleri Divanü Lugati’t-Türk’ün değerini ortaya koymaktadır:

Bu kitap çok yüksek, çok değerli, çok önemlidir. Ben Türkçe hakkında yazılmış birçok eser okuduğum, onları iyice özümsediğim hâlde bugüne kadar bu kitap gibisini hiç görmedim. Bu kitap, bugüne kadar gördüğüm kitapların hepsinden daha derli toplu, hepsinden mükemmel, söz varlığı bakımından hepsinden zengin bir eserdir. Bu kitabın kadrini, kıymetini ancak Türk dilinde sivrilmiş, kendisini kanıtlamış insanlar bilir. Bunun için bu kitabı yazan kişiyi rahmetle, dua ile anmak görevimdir. Tanrı ona rahmet eylesin, kusuru varsa kusurlarını bağışlasın.

 Bu yazı, bilgili kişilerin görür görmez Divanü Lugati’t-Türk’ün değerini anladığını, mükemmel bir kitap olduğunu göstermesi bakımından çok dikkat çekicidir. Hatipzade’nin okuduğunu belirttiği ancak adını vermediği kitapların yanında Divanü Lugati’t-Türk’ün değerini açıkça ifade etmesi Kâşgarlı Mahmud’un eserinin benzerlerinden çok daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır.

 Esere sonradan eklenen bu yazının ardından Muhammed bin ebî Bekr ibn ebi’l-Feth’in kaleminden çıkan Divanü Lugati’t-Türk besmele ile başlar.

 Her yazma eserde olduğu gibi eserin dibacesinde, yani başlangıç bölümünde, Tanrı’ya ve Hz. Muhammed’e övgü cümleleri yer almaktadır. Ancak Kâşgarlı Mahmud bu övgü sözlerinden sonra diğer yazma eserlerde örneği pek görülmeyen bir biçimde Türkleri ve Türklüğü över, Türkçe öğrenmenin gereğini bir de hadise dayandırır.

 Eserinin sözlük bölümünü sekiz ayrı kitaptan oluşturduğunu, her kitabı da isim ve fiil olmak üzere iki bölüme ayırdığını belirten Kâşgarlı Mahmud kitapta bulunabilecek ve bulunamayacak sözcük türlerini de tablo hâlinde vermiştir. Eserine almadığı bu sözcük türleri; bırakılan, kullanımdan düşenlerdir.

Baştan yirmi yedi sayfa tutan ve Türklerle ilgili çok önemli bilgileri içeren bu bölümde, Türk topluluklarının yaşadığı bölgeleri gösteren ilk Türk haritası da yer almaktadır.

 Divanü Lugati’t-Türk’ün yirmi sekizinci sayfasından itibaren sözlük bölümü başlamaktadır. Sözlük de adlar ve fiiller olmak üzere iki ana bölüme ayrılmıştır. Harf sayısına ve harflerin niteliğine göre sıralanan Türkçe sözcüklerin açıklaması Arapça olarak yapılmış, örnek cümleler yine Türkçe verilmiş, anlamları yine Arapça yazılmıştır.

Türkçe madde başı sözcükler metin içerisinde yazıldığından bunları göstermek amacıyla sözcüklerin hemen üstü kırmızı renkli mürekkep ile çizilmiştir. Tanımlara açıklık kazandıran örnek cümleler de üstlerine kırmızı mürekkeple çekilen çizgilerle gösterilmiştir.

Sözlükte ad türünden sözler Türkçe olarak verildikten sonra yanına Arapça karşılığı yazılmış, açıklaması yine Arapça yapılmıştır. Fiil bölümünde ise belirli geçmiş zaman üçüncü teklik kişi çekimindeki Türkçe fiillerin gösterilmesinden sonra anlam verilmemiş, madde başındaki fiilin içinde geçtiği örnek cümleler Türkçe olarak yazılmıştır. Üstü kırmızı mürekkeple işaretlenen Türkçe örnek cümlelerin yanında da Arapça anlamları gösterilmiştir. Böylece madde başındaki fiilin anlamı da ortaya çıkmış olmaktadır.

Sözlük bölümünde madde başı sözlerin bu düzen içerisinde verilmesi, Kâşgarlı Mahmud’un dil bilimciliğin yanı sıra dil öğretimi konusunda da bilgi sahibi olduğunu göstermektedir.

Türk sözlükçülüğünün temelini, hazırladığı bu mükemmel eserle atan Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lugati’t-Türk’ü sekiz ayrı bölümden oluşturduğunu belirtir. Araplara Türkçe öğretmek ve Türkçenin Arapça kadar güçlü bir dil olduğunu ortaya koymak amacıyla Divanü Lugati’t-Türk’ü kaleme alan Kâşgarlı Mahmud’un bu nedenle eserinin bölümlendirmesini Arapçanın dil bilgisi özelliklerine göre yaptığı görülür.

Kâşgarlı Mahmud sekizinci bölümün hem de Divanü Lugati’t-Türk’ün bittiğini şu sözlerle açıklar:
   Hamdolsun âlemlerin Rabbi Allah’a… Hüseyin oğlu Mahmud der ki:

 Bu kitabı yazmaya başlarken Türk dilinin sözlerini toplama, kurallarını ve usullerini bildirme, ölçülerini açıklama, bölümlerini sıralama sözünü vermiştik. Bu sözümüzü yerine getirmiş, amacımıza ulaşmış oluyoruz. Gereksiz sözleri, fazlalıkları, kullanımdan düşmüş şekilleri kitabın dışında tuttum. Burada sona eren kitabımız sonsuza kadar varlığını sürdürsün. Hamd, ezelî ve ebedî olan Allah’a, salat ve selam Muhammed’e ve onun soyuna olsun…

 Divanü Lugati’t-Türk’ün sözlük bölümünü oluşturan bölümler XI. yüzyıldaki Türk dilinin söz varlığını gözler önüne seren eşsiz bir hazine niteliğindedir.

 

kaynak:tdk

KAŞGARLI MAHMUT

 XI. yüzyılda yaşayan Türk dil bilginidir. Divân-ı Lügati’t-Türk adlı eseriyle ünlüdür. Karahanlılar soyundandır. 1072 yılında yazmaya başladığı eserini 1074'te tamamlayarak Bağdat'ta Abbasî halifesi El-Muktedî Billah'a sunmuştu.

Eserin el yazması tek kopyası Fatih Millet Kütüphanesi'nde 1910 yılında bulundu. 1915-1917 yıllarında öğretmen, Kilisli Rifat Efendi'nin çevirisi üç, Besim Atalay'ın çevirisi ise beş cilt olarak basıldı.Karahanlılar döneminde yetişen ve ilk Türk dil bilgini olan Kaşgarlı Mahmut’un doğum tarihi, kesin olmamakla birlikte 1025 olarak biliniyor. Babası Barsaganlı bir bey idi. 1071-1077 arasında Bağdat’ta bulunan Mahmut, Türk kültürünün Araplara tanıtılmasında büyük rol oynadı.

İbn-i Fadlan, Gerdizi, Tahir Mervezî, Muhammed Avfî ve Beyhakî gibi kendi döneminin Türk hayat ve cemiyetleri üzerine eğilen ünlü alimleriyle birlikte Türk illerini adım adım dolaşan Kaşgarlı Mahmut, çalışmalarında Türkçe’yi resmi dil olarak kabul eden Karahanlı Devleti’nden de büyük destek gördü.Türkçe’nin serpilip gelişmeye başladığı o dönemde, Mahmut’la birlikte Balasagunlu Yusuf Has Hacib de Türk diline büyük hizmet etti. Bu iki Türk alimi, ortaya koydukları eserlerle, Türk dil birliğinin sağlanmasına önemli katkılarda bulundular.Aynı zamanda filolog, etnograf ve ilk Türk haritacısı olan Kaşgarlı Mahmut, Divân-ı Lügati’t-Türk adlı eserinde; yaşadığı devirdeki Türk illerinin ve boylarının kullandığı ağızları canlı olarak tespit etti.

Oğuz Türklerinin24 boyu ile ilgili şemayı da verdiği eserinde, Türkçe’nin zenginliğini ve Arapçaile Farsça yanındaki değerini ispata çalışan Mahmut, ayrıca Türkçe’yi Araplara öğretmek gayesiyle Kitâbu Cevâhirü’n-Nahvi Lügâti’t-Türk adlı gramer kitabını yazdı.

Divân’ında Türk dilinin grameri yanında, Türk yer adları, Türk damgaları ve Türk topluluklarını da etraflı şekilde anlatan Kaşgarlı Mahmut, ömrünün sonlarına doğru tekrar memleketi Kaşgar’a dönerek, tahminen 1090’da burada vefat etti. Doğu Türkistan’da bulunan Kaşgar şehrine 35 kilometre uzaklıktaki Azak köyünde olan kabri, 1983 yılı Temmuz ayında bulundu. Türk illerini, obalarını ve bozkırlarını birer birer dolaşan ve Türk dili ve kültürüne ait topladığı malzemeyi titizlikle inceleyerek eserlerine alan Kaşgarlı Mahmut; Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma ve Kırgız boylarının ağız ve lehçelerini karşılaştırmalı olarak işledi. Ona göre; Türk lehçelerinin en kolayı Oğuz lehçesi, en dürüst ve kullanışlısı Yağma ve Tuhsi şivesi, en edebisi ise Kaşgar Türkçesidir.

Divân-ı Lügati’t-Türk, bir önsözle sözlük kısmından meydana gelmiştir. Önsözde yazar Türk dilinin tarifini, lehçelerinin özelliklerini sayar ve dilbilgisi kurallarını, Arapça’dakilere kıyasla gösterip tespit eder. Ana dilinin Arapça’dan çok üstün olduğunu söyler ve örnekler verir. Bu arada, o bilgileri nasıl elde ettiğini, nasıl bütün memleketleri gezip dolaştığını da anlatır. İkinci, yani sözlük bölümü, Türkçe kelimelerin Arapça izahlarını kapsar. Bu nedenle, eser, Arapça yazılmış bir Türkçe sözlüktür. Ya da Türkçe’den Arapça'ya sözlüktür. Arapça dilbilgisindeki şekillerine göre sıralanmış 7500'den fazla kelime hakkında açıklama yapılmıştır.

Büyük bilgin bu açıklamaları yaparken kelimelerin nerelerde ve hangi anlamlarda kullanıldığını göstermiştir. Bu esere ve onu izleyen başka eserlere kadar yazılı edebiyat örneklerimiz bilinmediği için, daha önceki yüzyıllara ait sözlü edebiyat örneklerini Kaşgarî'nin kitabından öğrenmekteyiz. Sagu denilen ağıtlar, koşuk dediği koşmalar, sav dediği atasözleri ve nazım şekillerinden başka verdiği dersten örneklerine bakarak meselâ Alp Ertunga adındaki destanlaşmış kahramanın varlığını da yine Divân-ı Lügati’t-Türk'ten öğrenmiş bulunuyoruz. Bu sebeplerden dolayı Kaşgarlı Mahmut'un Divân-ı Lügati’t-Türk'ü hem dil, hem edebiyat, hem toplum ve sosyoloji tarihimiz bakımından çok önemli belgeleri toplayan bir kaynaktır.

Ancak bu kaynak eser 1910 yılına kadar bilinmiyordu. Gerçi Kâtip Çelebi'nin Keşfüzzünûn adlı bibliyografyasında Kaşgarlı Mahmut'tan da söz edilmiştir. Ama bu bilgi çok sınırlıdır. Vanizade Nazif Paşa'nın yakınlarından bir hanım, 1910 yılında İstanbul'daki Sahaflar Çarşısı'nda dolaşırken bu dev eseri tozlu raflarda bulmuş, satın almak istemiştir. Elindeki ganimetin kadrini ancak o zaman anlayan kitapçı, kitabın fiyatını 25 altına kadar yükseltmiş, hanım da kitabı alamamıştır. Ancak işi Maarif Nezareti'ne duyurmuştur. “Ne olduğu belirsiz bir kitaba avuç dolusu altın verilemeyeceği” gerekçesiyle Maarif Nezareti, eseri satın almayı reddetmiştir.

Haber, kitap delisi merhum Ali Emiri Efendi'ye intikal etmiştir. Kitaplarını millete hediye ederek Fatih Millet Kütüphanesi'ni kurmuş ve ilk müdürlüğünü yapmış olan Ali Emirî Efendi, kitapçıyı getirtmiş, eseri inceledikten sonra adamı kütüphaneye kilitleyerek paratedarikine çıkmıştır. İşte böyle borç harç satın alınan Divân-ı Lügati’t-Türk, uzun zaman Ali Emiri Efendi'nin kıskanç titizliğiyle kütüphanede saklanmıştır. Ali Emirî Efendi, eserin basımına ancak Sadrazam Talat Paşa'nın ricası üzerine razı olmuştu. Eldeki yazma, Kaşgarlı Mahmut'un el yazısı olmamakla beraber ondan 192 yıl sonra Şam’lı Mehmet adında usta bir hattat tarafından yazılmış yer yüzündeki tek nüshadır. Kaşgarlı, eserini Araplara kabul ettirmek için iki yerde; Peygamberin iki hadisini zikreder ki, şunlardır:

Yüce Tanrı: Benim bir ordum vardır ki onlara Türk adını verdim. Onları doğuda birleştirdim. Bir millete kızarsam cezalandırmak görevini onlara veririm...”buyurmuştur.

 “Yüce Tanrı: Türkçe öğreniniz, çünkü Türkçe’nin uzun bir saltanatı vardır...”diye buyurur.

Divanü Lügati't-Türk dünyanın her yanında, Türkoloji ilmiyle uğraşan pek çok bilgin için paha biçilmez bir kaynak olmuştur. Üzerinde şimdiye kadar yerli, yabancı, uzmanlar çok çeşitli incelemeler yapmışlardır. [1]

Mehmet Akif Ersoy

Mehmed Akif, 1873 yılında İstanbul'da, sade ve geleneksel bir hayatın yaşandığı Fatih'in Sarıgüzel semtinin Nasuh mahallesinde 12 numaralı evde (Büyük bir yangında harap olan bu semtin ortasından bugün Vatan Caddesi geçmektedir) dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Ragif'tir. Ragif, ebced hesabıyla hicri 1290 rakamına karşılık gelmektedir ve bu rakam Akif'in doğum tarihidir.

Akif, Osmanlı devletinin hasta adam ilan edildiği ve bu görüşün dönemin devlet adamlarına ve aydınlarına uğursuz bir hastalık gibi bulaştığı, çöküş şartlarının hemen herkeste çözülme, umutsuzluk, panik yarattığı, buna rağmen hemen herkesin bir şeyler yapma çabasında olduğu bir dönemdir.

2. Mahmut'un, 3. Selim'in başlattığı yenileşme hareketleri, Tanzimat doruk noktasına varıyor ve bugüne kadar devam eden aydın- halk yabancılaşmasını, milletle devlet arasındaki problemli doğuruyor, toplumsal yarılmalara yol açıyordu. Yenileşme ile başkalaşma arasındaki farklar sık sık belirsizleşiyor atılan her adım ciddi sosyal ve siyasi maliyetler getiriyor, kendinden ve kendi köklerinden beslenen bir yenilenme gerçekleştirilemiyordu.

Korkuyla umut, ataletle hamle çabası, teslimiyetle yiğitçe direniş, çözülüşle yeniden toparlanış aynı anda ve çok zaman kolkola denecek kadar birbirine yakın duruyordu.

Avrupa ülkelerinin Osmanlıyı tasfiyesi politikası bütün hızıyla ve kararlılığı ile devam ediyordu.

Daha Akif 6 yaşında iken Ruslar İstanbul'a kadar ilerliyor Ayestefanos Abidesini dikiyordu. Yine 5 yaşında iken Abdulhamid, Meclis-i Mebusan'ı kapatıyor, devletin ve milletin varlığını korumak için politik dehasına ve çoküş endişesinin yarattığı bir haleti ruhiyeyle baskıcı bir politikaya yöneliyordu.

Babası Fatih Medresesi müderris ve mücizlerinden (icazet veren) İpek'li Temiz lakabıyla anılan Tahir Efendi'dir. Annesi ise Buharalı Mehmed Efendi'nin kızı H. Emine Şerife hanımdır. Babası Rumelili (Arnavut) annesi ise Buhara'dan hacca giderken Amasya'da vefat eden Buharalı Şirvani Rüştü Efendi'nin kızıdır. Tahir efendi, ilk kocası vefat eden Emine Şerife Hanım'ın ikinci eşidir.

Akif'in ailesi sade ve orta halli ama bir inanç ikliminin bütün olgunluğu ve güzelliği ile yaşadığı bir aile idi.

Akif babasını,

"Beyaz sarıklı, temiz, yaşça ellibeş ancak

Vücudu zinde fakat saç sakal ziyadece ak."

diye tasvir eder.

Hoca Tahir Efendi erkenden kalkar, çocuklarını (Akif ve kızkardeşi Nuriye) kendi eliyle yıkar, kızının saçlarını tarar, pişirdiği salepleri içirerek onları mekteplerine gönderirdi... Çocuklarını bir kere bile dövmemişti. (Kuntay, s.157)

Akif, Annesini ise şöyle anlatır:

"Annem çok âbid (ibadetine düşkün) bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî selabetleri vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla tadmışlardı."

Ünlü düşünür ve şair Sezai Karakoç, Akif'in ailesi ve kökeni ile ilgili şu nefis yorumu ile yapar:

"Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih:

Yani tam bir Doğu İslâmlığının, Batı İslâmlığının ve Merkez İslamlığının bir sentezi bir çocuk"

Anne çizgisi, duyarlığı, sağduyuyu, kendini bir ülküye adayışı, şairliği getirecek; baba çizgisi, ataklığı, savaşkanlığı, yılmaz ve her vuruşmada daha da çelikleşen bir savaş adamını, gözüpekliği, korkmazlığı, ürkmezliği, umutsuzluğa sürekli olarak düşülmemeyi getirecektir. Doğuş yeri ise, ümüslü ve verimli bir topraktır ki, tabiatta nice saçılıp da kaybolan iyi tohumların bir gramını bile ihmal etmez, değerlendirir, yemişlendirir."

Akif'in doğduğu Fatih semtini Sezai Karakoç şöyle tasvir ediyor"

"Fatih semti, İstanbul'un içinde ikinci bir İstanbul'dur. Yüzdeyüz Fatih şehridir. Fatih camii, İslâm-Türk kültürünün bu ölmez abidesinin çevresinde halka halka fatih medreseleri ve semti, en saf müslüman Türk heyacanının ördüğü bir toplumdur."

Akif, İstanbul'un bu en Türk, en yerli ve en yoksul mahallelerinden birin de doğdu ve yaşadı. Hayatı burada tanıdı ve keşfetti, toplumsal dokuyu burada ve onun bir parçası olarak tanıdı. Bir inanç ikliminin güzelliği ile birlikte toplumun yazılı olmayan mutabakatlarını, modern hayatın yerli ve geleneksel olana nasıl nüfuz ettiğini, hangi çelişkilere, trajedilere yol açtığını, neleri çürüttüğünü, nelerin eskidiğini ve nelerin yenilenmesi gerektiğini bu mahalle hayatında gözlemledi. Yenilenmekle, yerli kalmak, kendi olmak arasındaki tercihlerinin ilk çizgilerini burada idrak etti.

Ve Akif burada bir şey daha öğrendi. Her türlü kirlenmeye açık bir yoksulluğun, sade ve onurlu bir hayata nasıl dönüştürülebileceğini. Erdemli yoksulluk helal kazanç ve emek demektir, fedekarlık demektir, dayanışma demektir, karşılıksız sevmek demektir, hırs ve rekabeti ayaklar altına almak demektir. Erdemli yoksulluuğun tek sigortası vardır. Çalışmak, ölene kadar çalışmak, onurunu kaybetmeden çalışmak.

Akif kendi mahallesinin yoksulluğunu, kendi haline terkedilmişliğini şöyle anlatır.

Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz

Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz!

Bahârı görmeyiz ala lâtif olur, derler...

Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.

Demek şu arsada ot bitse nevbahâr olacak?

Ne var gidip Yakacık'larda demgüzâr olacak

Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;

Kurak, çamur.. İki mevsim tanır ayaklarımız!

 

Akif bu mahallede bu inaç ve gelenek ikliminin ortasında mahalle hayatını bütün renk ve çizgileriyle yaşadı.

Babası O'nu sekiz yaşından itibaren Fatih camiine götürdü. Bunu bir şiirinde şöyle anlatır.

Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: "Bu gece,

Sizinle camîe gitsek çocuklar erkence.

Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;

Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!"

Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi

Namaza durdu mu, naliyle koyverir peşimi

Dalar giderdi, ben atık kalınca âzade

Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde."

Cami, masal, oyun ve yaramazlık. Cami içinde baba ve çocuklar. Camii içinde inanç ve coşku. Camii içinde ciddiyet ve oyun. Cami içinde inanç ve çocuksuluğun sınırsızlığı. Cami içinde yetişkin ve çocuk samimiliği.

Ve cami ile içiçe bir ev. Camii ile içiçe bir mahalle hayatı. Camii ile içiçe düşünce, duyarlık ve yaşama iklimi.

İşte yetişkin Akif'in portresinin temel çizgilerini belirginleştiren çocuk Akif'in dünyası ya da Âkif'in içinde kendini bulduğu dünya...

Ve Akif'in mizacı.. ele avuca sığmayan bir çocuk. Çalışkan ama haşarı. Okuldan döner dönmez sokağa fırlayan, ağaçlara tırmanan, kabına sımayan bir mizaç. Masal dinlemeden uyumayan bir ruh. Uyuması için kendisine masal anlatırken anlatırken uyuyakalan Saime Hanım'ın eline mangalda kızdırdığı cevizi bırakarak yakan bir yarım kalmışlığı kabullenememezlik.

Akif böyle bir ortam içinde o günün geleneğine uyularak 4.5 yaşlarında iken Emir Buhari Mahalle Mektebine başladı. Yaklaşık iki sene sonra Fatih İptidaisi'ne (ilkokul) girdi. Üç yıllık bu okulu bitirdikten sonra girdiği Fatih Merkez Rüştiyesi'ni (ortaokulunu) 1895 yılında bitirdi.

Bu mezunuyet aile içinde görüş ayrılığına yol açtı. Emine Şerife Hanım, Hocazade'sinin (Annesi Âkif'e Hocazadem diye hitabederdi) sarıklı olmasını, medresede tahsiline devam etmesini istiyordu. Babası Tahir Efendi ise medresede okuyacağı şeyleri, oğluna kendisinin de öğretebileceğini ileri sürüyor, yeni açılan ve revaçta olan mekteplerden birine gitmesini istiyordu. Akif'in anne ve babası arasındaki bu görüş ayrılığı Dönemin toplumsal tercihlerindeki farklılaşmayı da ortaya koyuyordu. Bir tarafta geleneğin bütün çizgileriyle yaşadığı Fatih'te, evladını bir inanç ve ilim adamının saygınlığı içinde görmek isteyen anne diğer yanda değişen dünyanın gereklerini farkeden kendisi de bir inanç ve ilim adamı olan baba. Ne inanç ihmal edilebilirdi ne yeni gelen ve kendi şartlarını dayatan dünya. Bu açıdan bakıldığında Akif annesiyle babasının özlemini kendi şahsında bütünlemiş ve uygun bir senteze kavuşturmuş gibidir.

Sonunda Tahir Efendi'nin dediği olur. Ancak Tahir Efendi mektep ve meslek tercihini oğluna bırakır. Akif dönemin en gözde okullarından biri olan Mülkiye'yi tercih ettiği için ve babasıyla birlikte kaydını yaptırır. Kayıt tamamlandıktan sonra kâtip kayıt harcı ister, Tahir efendi, Âkif'i bir köşeye çeker, kesesini çıkarır ama istenen miktarda para yoktur. Tahir efendi rehin bırakmak üzere gümüş saatini çıkarınca kâtip almaz ve kayıt harcını ertesi gün getirebileceklerini söyler.

İlk gençlik yılları da çocukluğu gibi. Taşkın, ele avuca sığmaz, güçlü, sıhhatli ve enerjik. Pehlivanlarla güreşen, boğazda karşıdan karşıyla yüzen, taş yarıştıran bir ilk gençlik. Ama hep çalışkan, hep erdemli.

Mülkiye'nin İ'dâdî bölümünde üç sene okuduktan sonra şehadet-nâme (diploma) aldı ve yüksek kısmına kaydoldu. Bir sene süre sonra (H.1305/1887-88) babası vefat etti. Aynı yıl evleri yanınca Mülkiye'ye nehari (gündüzlü öğrenci) olarak devam etmesi imkansız hale geldi. Mezunlarına hemen iş verileceği için o yıl açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye'nin Baytar Mektebi'ne (Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) leyl-i (yatılı) öğrenci olarak geçti.

Âkif bu okulda kendisini derinden etkileyecek bir öğretmenle karşılaştı. İnançlı bir Türk Hekimi olan, Türkiye'ye mikrop bilimini getiren Rifat Hüsamettin Hoca. Pasteur'un öğrencisi olan bu öğretmeninden Pasteur sevgisini aldı. Mithat Cemal, Akif'in Pasteur'ün fotoğrafına bakıp hayranlıkla "Bu ne ilâhi yüzdür" dediğini, fotoğrafı öptüğünü ve ardından "Mu'tekid de! (İnançlı) eklediğini kaydeder.

Çoğu kendisi gibi babasız ve yoksul öğrencilerden oluşan bu okul Âkif'e sağlam ve bir ömür boyu sürecek dostluklar kazandırdı.

Yine bu okul, Akif'in sağlam bir dini bilgi ve sarsılmaz bir imanla, müspet bilimin harika bir uyumunu sağlayan zihini yapısını oluşturdu.

Akif bu dönemde de Kıyıcı Osman Pehlivandan güreş öğreniyor, Çatalca köylerinde yağlı güreş tutuyor, taş yarıştırıyor, yüzüyor ve çok sevdiği mektebin "Doru" isimli atına biniyor, uzun yürüyüşlere çıkıyor

Şiire ilgisi de bu yıllarda başlıyor ve okulun son iki senesinde başladı. Bunlar dönemin yaygın kanaatlerinin izlerini yansıtır ve divan şiirlerine nazireler şeklindedir.

22 Aralık 1893'te okuldan birincilikle mezun olur ve 26 Aralık'ta "Orman ve NMa'adin ve Ziraat Nezare'Baytar Müfettiş Muavini" olarak tayin edilir.

Görev yeri İstanbul olmasına rağmen Akif, 4 yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde görev yapmıştır.

Bu seyahatler Akif'in gözlem gücünü, toplumu daha yakından tanımasını sağlamış olmalıdır. Akif bu dönemdeki gözlemlerini şiirlerinde son derece gerçekçi bir şekilde kullanır. Yine bu ve bundan sonraki seyahatler Akif'in hem düşünce tarzını hem de şiir anlayışını temellendirir.

Mezuniyetinden 6 gün sonra 28 Aralık 1893'te İlk eseri olan 7 beyitlik gazeli "Servet-i Fünun'da yayınlanır.

Buarada çocuk yaşlarda başladığı Kur'an'ı Hıfzetme (Ezberleme) çabalarını yoğunlaştırır ve Hafız olur.

1 Eylül 1898'de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey'in kızı İsmet Hanım ile evlendi.

Akif'in bu yıllarda da Maarif mecmuasında, Resimli Gazete'de şiir yazıları ile Arapça, Farsça ve Fransızca'dan yaptığı çevrilerini yayınlamaya devam eder.

17 Ekim 1906'da mevcut görevine ilâveten "Halkalı Ziraat Mektebi Mektebi'ne "Kitabet-i Resmiye Muallimi ve 25 Ağustos 1907'de Çiftlik Makinist Mektebi'ne Türkçe Muallimi olarak atanır.

23 Temmuz 1908'de İkinci Meşrutiyet ilan edilir. Akif, bu sırada İstanbul'da Umur-i Baytariye Dairesi Müdür Muavin'dir.

Akif'in hemen hiçbir dönemde siyasetle doğrudan ilişkisi olmamakla beraber toplumsal sorunlarla ciddi ve yoğun bir ilgisi olmuştur. Dönemin bütün aydınları gibi çöküş şartlarının yol açtığı acıları derin bir şekilde yüreğinde hissediyor ve bir çıkış yolu arıyordu.

Meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra daha önceleri gizli bir cemiyet olarak faaliyet gösteren ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olur. Ancak Akif, cemiyete üyeliğe girişin gereklerinden biri olan "Cemiyetin bütün emirlerine, bilâ kayd ü şart (kayıtsız şartsız) ittaat edeceğim" şeklindeki yemindeki "kayıtsız şartsız itaat "itiraz eder ve sadece iyi ve doğru olanlarına şeklinde düzeltilmesi şartıyla yemin edebileceğini söyler. Ve cemiyetin yemini Akif'le değişir.

Akif'in karekterinin tipik bir yansıması olan bu tutum hayatı boyunca ve herkese karşı korunan bir ilkeli anlayışın tezahürüdür.

Kaynak: Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı

   

Arama  

   
   
hosting: alemdarhost.com